Istanbul Ansikopedisi ve Bir Sevgili
Vaktiyle ismi lazım değil bir
sevgilim vardı. Epey güzel bir kız, iyi yemek yapıyor falan, kitap tutkusu da
biblomani seviyesinde biriydi. Hah “güzel kız” haricinde tıpkı ben. Bir dizide
asistanlık yapıyorum ve yine semtim olan Harbiye – Nişantaşı aranda bir bölgede
otuyordum. Bilen bilir, sahaf zümresinden epeyce dostum, ahbabım vardır. Vakit
buldukça sahaflardan alışveriş etmeye bayılırım. Hemen hepsinde benim hususi
numaram, iletişim adreslerim bulunur. Bana göre bir kitap oldu mu hemen biri
telefon eder; “mon cher senin istediğin bir şey geldi, bi’ gel bak” derlerdi.
Yine bilmem hangi filmden
çıkmıştık ki, sanırım Emek Sineması idi. -Yani bir festival filmi olsa gerek- Telefonum
çaldı. “İstanbul Ansiklopesi’nin tüm ciltleri yani bu zamana kadar basılı
olanları buldum. Bak fahiş fiyata da vermiyorum, senin için ne kadar önemli
olduğunu bildiğim için ilk seni aradım” dedi. Cebimde o zaman epeyce de bir
para var, ya kiramı yatıracaktım ya da bir şeyin taksiti. Haftalığımı da yeni
almışım. O zamanlar Yardımcı Yönetmenler de epeyce kazanıyor hani. Yani çok da
telaş içinde değilim. Zaten ev sahibem madam Lissa beni benden daha çok
seviyor. Ah ışıklar olsun. Fransa’ya gidince onu da ziyaret edeceğim yeniden. Neyse
bir gün nasılsa tüm iyi insanlar bir yerde buluşacağız. Diyerek hüzünlü ortamı
dağıtıp yeniden hikayeme dönmek istiyorum.
İsmi lazım olmayan ancak
güzelliği ile tüm güzel isimleri üzerinde toplayan sevgilimle birlikte Aslıhan’a
yani Sahaf Cenneti’ne doğru hızlı adımlarla yola koyulduk. İçim içimi yiyor,
biri benden önce görür de epeyce bir fiyat söyler de ahbabım olan sahaf satmak
zorunda kalır diye neredeyse ağlayacağım yolda.
Şimdi burada özgeçmişimi kesiyor
ve nedir bu İstanbul Ansiklopesi ve kimdir Reşad Ekrem Koçu biraz ondan
bahsedeyim.
Efenim, Reşad Ekrem Koçu, 1905
yılında Istanbul’da doğan bu nev-i şahsına münhasır kişi, Hem tarih hem de
roman yazarıdır. Tarihi olaylardan oluşan hadiseleri romanlaştırmasıyla da
meşhurdur. 1933 yılında çıkarılan kanunla Dar-ül Fünun’un yani Üniversite’nin
reformunda ne yazık ki mezun olduğu İstanbul Üniversitesi’nden ayrılmış ve Kuleli,
Alman Pertevniyal ve Vefa gibi Liselerde tarih öğretmenliği yapmış bu zatın
yazdığı ve ne yazık ki elimizde kimi ciltleme ile VIII kimi ciltleme ile XI
yani sadece G maddesine kadar gelinmiş bir kitap olan İstanbul Ansiklopesi
adında harika bir eser yaratmıştı.
Eserin harikalığı şudur; sıradan
bir ansiklopedi gibi alfabetik bir tasnife sahip olsa da aynı oranda da
sıradansızlaşıp sosyolojik yapıdan tutun da devrin önemli adamları, şairleri
yazarlarından başka halktan kişileri de bu eserde görebilmek mümkün olmuştu. Böylelikle
ekonomik yapının yanında toplumsal yapı ve genel kurallar hakkında da bilgi
sahibi olmuş oluyoruz. Tabii ki sadece elimizdeki maddeleri içeren bölümlerde.
Şimdi yeniden Emek Sineması’ndan
Aslıhan’a uzanan en uzun yolculuğuma geri dönelim. Neredeyse Homeros’un İlyada
ve Odesea destanı gibi 10 yıl sürmüştü. Yolda adım başı benim yahut sevgilinin
aklını alacak “Sirenler”i, açlığımızı ve açgözlülüğümüzü hatırlatacak, Hac-ı
Bekir Lokumlarından tutun da da Kiklop’un
kuzuları misali Çiçek Pasajı’ndaki harika kokoreççileri geçmemiz ve bir an önce
Aslıhan’a ulaşmamız gerekiyordu. Neredeyse adım başı yolda birini görüp
selamlaşmadan yürüyemediğim Cadde-i Kebir yani İngiliz İşgalinden kurtulmanın
anısına verilen İstiklal Caddesi’nde hızlı hızlı yürüyordum. Bir ara kız
arkadaşımı çekiştirdiğimi fark ettim. Neyse o da biblomaniydi. Lakin onun ilgi
alanı değildi kitap. Yani bir potansiyel “düşmandan” kurtulmuştum. Yoksa zaten onu yanımda
götürmezdim. Heyecandan fiyat sormayı da unutmuştum sahaf ahbabıma. Hızlı
adımlarla bir an evvel Aslıhan’a ulaşmalı ve yeni oyuncağına sahip olan çocuk
gibi mutlu olmalıydım. Belki de “yeni aldığı papuçları yastığının altına koyan
kızlar” gibi kitabı yastığımın altına koyacaktım. Hitchcock'un gerilim filmleri
dahi inanın o an yaşadığım duyguları anlatamazdı. Sonunda Aslıhan’a vardım.
Arkama baktığımda kız arkadaşının benden sonra geldiğini fark ettim.
Kısa bir hal hatırdan sonra sahaf
dostum beş bin yıldır beni bekleyen mucizevi el yazmalarını çıkarır gibi bir
karton koliye koyduğu XI. Cilt İstanbul Ansiklopedi’sini çıkardı ve
gülümseyerek; “istersen kontrol et mon cher, hiçbir eksiği yok” olursa getir
aynen alırım. Dedi. Tıpkı basım değil ha, orijinal diye de ekledi. Benim
aklımda ise tek soru. Kaç para isteyecek vardı. O gün “ah e daha daha
nasılsınız” faslında uzun uzun hal hatır sormama rağmen. Kısa bir hal hatırdan ve kendi adımdan daha
iyi bildiğim kitabı bana övdükten sonra ağzındaki baklayı çıkardı. İstediği
rakam bir kitap için yüksek bir meblağ olsa da cebimde önemli bir kısmı vardı. İşte
o sırada “açın halinde aç anlar” misali, sevgilim biblomani olan sevgilisine
bir iyilik yapmak istedi ve tamam üstünü ben tamamlarım dedi. Ah batılı eğitim
almamıza rağmen içimizde derinlerimizdeki doğu kültürü malum Doğu ile Batı’nın
ayrıldığı yer Sultanahmed’teki Million Sütunu. Eh ben de Harbiye’de oturduğum
için Doğu tararında kalıyor yani?! Yok olmaz canım ben diğer kısmını haftaya
öderim falan desem de Sahaf ahbabım “bugün satmak zorunda olduğun, satan kişi
parayı peşin istediğini kendisi de üstüne çok az fark koyduğunu” söyledi. Mecburen
kız arkadaşımın bu jestini kabul ettim ve sayesinde hayatımın en mesut günü
yaşadım.
Bilen bilir epeyce ağır bir kitap
olmasına rağmen o gün o koliyi hiç yorulmadan Tarlabaşı’ndaki taksilere kadar
taşıdım.
Sabaha kadar uyumadığımı mı?
Yoksa bir o cildi açıp bir diğer cildi açıp okuduğumu mu anlatayım size yeteri
kadar mutlu oldum diyelim. Çocukluğuma döndüm desem yeridir.
Neyse efendim, gel zaman git
zaman devletlerin bile çöktüğü bu topraklarda bizim ilişkimiz de uzun sürmedi. Ayrılık
safhasına geldik. İş eşya paylaşmaya geldi. Ortada resmiyette bir şey olmasa
dahi, ev resmi olarak benim üzerime olmasına rağmen inandığım değerlere ters
düşmemek adına tabii ki kabul ettim. Kadınlar, sevdikleri erkeklerden
ayrılırken onları en yaralayacak ne varsa onu götürmek isterler. İstanbul Ansiklopedisi’nin
ciltlerini istiyorum dedi. 1/3’i ben verdim. Benim payımı istiyorum dedi. Ne
desem XI ciltten tutup da 7 cildi kendime ayırıp 4 cildi ona versem olmaz. O
kitap tek kalmalıydı. Tamamını al dedim, biraz da erkek gururu ile… Bu yetmez dedi.
İsmail Cem Bey’in senin adına imzaladığı, “Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi” de
istiyorum dedi. Zaten onun biblomani tutkusu buydu. Bir “İmzanın peşinde”
kitabını okumuş ve İmzalı kitapları biriktirmeye başlamıştı. Meğer uzun
zamandan beri de o kitapta gözü varmış. Deminki hançeri sokmaksa şimdi resmen
içeride çeviriyor ve kurbanına son darbeyi vuruyordu.
Ne fayda bir kere azımdan “ne
istersen al yeter ki git” lafı çıkmıştı.
Bu ahval ve şerait içinde dahi cins-i
latif’e düşmediğimi göstermem gerekiyordu. Hayır eti doğranıp da aralarına tuz
basılan Tapınak Şövalyeleri gibi azımdan tek bir söz çıkmamalı ve yüzünde tek
bir mimik değişmemeliydi.
Öyle de oldu.
O kitapları yine kendi elimle,
kendi çağırdığım taksiye yükleyerek düşmediğimi gösterdim. Ama eve bir
sevgiliden değil, benim için çok özel iki kitaptan ayrıldığım için bardaktan
boşalırcasına ağladım. Duvarları tekmeledim.
Muhabbetle
Murad Çobanoğlu