BABAM OĞLUM VE TORUNUM
“Ben bu memleket için savaştığımı düşünürdüm ama bu memleketin umurunda bile değildi”
BABAM VE OĞLUM
“Babam Oğlum ve Torunum”
Yönetmen- Senaryo: Çağan Irmak,
Yapımcı: Şükrü Avşar
Görüntü: Selahattin Sancaklı,
Müzik: Evanthia Reboutsika
Oyuncular: Çetin Tekindor (Hüseyin Efendi) Fikret Kuşkan (Sadık), Hümeyra (Nuran), Şerif Sezer (Gülbeyaz Hanım), Binnur Kaya (Hanife), Yetkin Dikinciler (Salim)
Yapım Yılı: 2005
Süre: 108dk
Sevgili dostlar, Çağan Irmak filmlerini incelemeye, onun ikinci aslında üçüncü filmi olan “Babam ve Oğlum” ile devam ediyoruz. Bilenler bilirler, eskiden, bizdeki “umutsuz ev kadınları” çoluğunu çoçuğunu toplar sinemaya koşardı, bu sinemalar da genellikle açık hava sinemaları olurdu. Orda bir güzel ağlanır, dertsiz tasasız eve dönülürdü, ağlama nedenleri de genelde filmdeki gencin parası olmaması ve istediği kızı alamasıydı ya da kız kör olurdu. Kıza ya da çocuğa yapılacak tüm kötülükler koro halinde sinemadan gizli gizli fısıfdanır, çoktan “Çiçek Barda”, demlenen oyuncu, yönetmen, yapımcılara duyurulmaya çalışılırdı. Tabii sesini duyurabilene, bu melodramik izlencelerde, resmen bir “katarsis” yaşanır ve evdeki çalışmayan buzdolabı, ya da eşinin onu farketmezliği kısa bir süre de olsa unutulurdu.
İşte tam bu melodramik filmler unutulmuşken, Çağan Irmak, Mustafa Hakkında Herşey'den sonra, çok farklı bir anlatımla bir Ege Kasabasından çıkmış, okumak için büyük şehire gitmiş, feodal zihniyetin tam da kökünde büyümüşken, hak ve hürriyeti savunmuş, 12 Eylül 1980'i görmüş ve her gören “hak ve hürriyet savunucusu” gibi kendisini içerde bulmuş, ince hastalığa yakalanmış, Karısını tam da darbe olduğu sırada, çocuğunu doğurduğunda kaybetmiş, tek hazinesi bilmiş oğlu olan bir adamın hayatını, Babasını ve oğlunu anlatır...
Film, inanılmaz bir jenerik antatımıyla başlar, biz Sadık'ın tüm yaşanmışlıklarını ve yaşlanmışlıklarını jeneriğin soslandırdığı bu “kısa filmde” izleriz. Öyle ki Sadık “Komitenin” ifadesini aldığı diğer insanlar gibi, uzun bir müddet evine dönememiş, ve her “ifadesine başvurulan insan gibi”, çocuğunu neredeyse iki üç yaşlarına kadar da görememiştir.
Beni şaşırtan diğer bir konu da, Mustafa Hakkında Herşey'deki, Mustafa ile, Babam ve Oğlum'daki Sadık'ın benzerlikleridir. Adeta Mustafa'nın ağabeyinin durumu çok kritik olmasaydı ve O ağabeyini ölüdürmeseydi, babaları evden kaçmasaydı, Mustafa bir “üst sınıfa atlamak” yerine, sınıfları ortadan kaldıracak bir düşünce grubunun içine girseydi Sadık'ın yaşadıklarını yaşardı dedirtir iki filmi peş peşe izleylere. Ama ne Sadık'ın hayatı ne de Mustafa'nın hayatı yolunda gitmemektedir ne yazıkki. Sadık babasına karşı gelip, ziraat okuyarak “modern toprak ağalığı” yapacağına, ağalık düzenini ordadan kaldıran kaldırmak isteyen, bunun için çabalayan, sisteme bir “çark” daha ileve etmeye çalışmıştı. Tabii gözden kaçırdığı bir şey de “feodal sistem” olarak algıladığı bu rejmin “kitaplarda” gösterilen, sermaye tanımına uymadığıydı.
Hep sorulan bir soru, olan “12 Eylül sahnesi” bu filme ne katmıştıya gelirsek, 12 Eylül bir çoklarının, teenage gençliğinin hayatında; sadece eylül ayının 12'sini ifade etsede bizim hayatımızda, ülkenin duruşunun, demokrasi saatinin geri işleyişinin, kütüphanelerce dolusu kitabın içeriğinin ne olduğu önemli olmadan yakıldığı ve Nazım'la, Melih Cevdet'le, Oktay Rifat'la, Sabahattin Ali'le ve daha birçoğuyla ısınılan günler akla gelir, doğan her çocuğa Deniz ismi verilirdi o yıllarda bazılarınca...
Televizyonların henüz tek kanallı olduğu, açılması için önünde saatlerce beklediğiniz, o açılışta da ya Vivaldi'nin çalındığı, yahut “Bach'ın Sonatları”nın göründüğü... ve klasik müzik ve birçok şey ruhumuza işlerdi günler akla gelirdi.
Barış'ın daha ilk sahnede Televizyonun önünden geçmesi ve içerden “daha açılmadı, kurdalama” sesiyle irkilmesi işte bu nedenledir. Barış, televizyon olmadığından da “kendisini kitaplarına, kitaplarındaki, masal kahramanlarına” teslim eder. Çocuğun Alice Harikalar dünyasında kalan ruhunu ve diğer masallarda kalmış çocukluğunu “Fatma Anne” fark etmez ve bize çok önemli bir ipucu verir, “hangi Aliş, senin gözünün üstüne şişeyle vuran Aliş mi?” Sadık'ın oğlu “Deniz” ne yazıkki kitap okumadaki başarısını “sosyal ilişkilerde” gösterememiş, hiç arkadaşı olmayan ruhu kitapların dünyasında hapis kalan bir çocuk olduğunu bize fısıldamıştır.
Babası ise; onu görmediği yılların hatrına çocuğunun kitaplarda kalmasına ses çıkarmaz. Fatma Anne, o kadar onlardandır ki, Deniz'in anneannesinin dedikodusunu yapmayı da ihmal etmez, anlaşılan, eşinin ailesi, kendisi gibi, kendisin ailesi gibi değildir, tıpkı Mustafa'nın eşi gibi Sadık'la aynı sınıftan değildir, Sadık, içeri girdiğinde Deniz'in “yine seksenli yıllar icadı olan çekyat”da uyuduğunu görür. Belli ki, Fatma Anne ya da “Fatma Abla” ile Sadık daha önceden konuşmuş, eğer tahlil sonuçları müspet çıkmazsa buralardan gideceğini söylemişti. Fatma hanım “nayif dokusu” içinde ne bu gidişi kabul eder, ne de ona para verilmesini. O onlardan biri olmuştur artık çünki.
Artık trendedirler, polislerin Deniz için ayrı babası için ayrı ayrı anıları vardır. Kısa bir konuşmadan sonra Sadık'ın doğup büyüdü kasabaya doğru yola koyularlar. Sadık ve Deniz, Deniz'in karşılaşabileceklerini önceden konuşurlar iki yetişkin gibi. Deniz'in masal dünyası kendisine hiç bitmeyen bir çeşme bulmuştur artık. Babasının onları karşılamasından pek de hoşnut olmayan Sadık, gençlik günlerindeki gibi; baba ocağını terk etmek ister, o zamanlar onu annesi durduramıştır ama bu kez oğlunun “baba nereye gidiyorsun” sözü onu durdurmaya yetmiştir. Ortaçağda, katolik kilise tarafından bir kural uygulanırdı. Savaşa giden askerler “evlendirmezdi” çünki evi barkı olan insanlar, geride bıraktıklarını düşünür ve adımlarını ona göre atarlardı. Sent Valentine'in bu yasağa rağmen askerleri evlendirmeleri işte bu yüzdendir. “anarşik” olabilmek için hiçbir bağınızın olmaması gerekir. Devletler, sonraları bunu bir politika olarak görmüş, ve insanlar asi olmasın diye onları bilerek evlendirmişlerdir. Böylelikle eşleri onları daha çok bulundukları sisteme bağlanmalarını sağlamıştır.
Hüseyin Ağa'nın diğer oğlu ise tam da onun istediği gibi, yöreden bir “el değmemiş” kız almış, güzel bir düğün yapmış, bir kız bir oğlu olmuş ve oğlan olanın adını “Hüseyin” koymuş, tam bir örnek evlattır. Örnek evladın çocukları da örnek torunları ollmuştur.
Maaile toplanmış, Sadık'ın yuvaya dönüşünü kutlamaktadırlar, lakin ufak hesaplar da su üstüne çıkmıştır. Çit çubuk sorunlarının yanında Sadık'ın sorunları çok da hafif sayılmaz, Sadık bir an önce hesaplaşmak gerektiğini bilir. Babasının onunla kuramadığı diyaloglara karşın o oğluyla müthiş bir ilişki kurmuştur. Ama bu kendisinin olmayacağı günleri aklına getirdiğinde o kadar da iyi bir fikir gelmez.
Büyük kinleri, büyük sevgiler yılar. Dede ile torunun ikinci karşılaşması böylelikle başlar. Lakin bu defa ilk karşılaşmadaki Hüseyin Efendi, gitmiş, yerine Deniz'in Dedesi gelmiştir. Bu sayede Sadık'ın kaygıları biraz olsun azalmıştır. Belki biraz zorlama ve benim hayal gücümün bir paranoyası olabilir ama Gülbeyaz Teyzenin eşek üstünde ilk ziyareti, ve daha sonra da tahtıyla yani sandalyesiyle, bahçeye gelmesi bana hep “Jerushalem'i ziyaret eden Bizans İmparatoriçesi Helana”yı çağrıştırmıştır. Neticede ben de “12 Eylül” olduğunda ben sekiz aylıktım...
Eski dostlarla da hesaplaşmak gerekir, eski dostların da onunla. Amaç her zaman kapılar açmak değildir, kapılar kapatmak olur onca süse rağmen. Birgül'de sorgusuz sualsiz terk edilişinin intikamını böyle alır Sadık'dan.
Hesaplaşmak bazen çok kolaydır, gider anlatmak istediklerinizi, anlatmak istediğinize anlatırsınız. Lakin hesaplaşacağınız kişi burda olmazsa, hesaplaşmak da zor olur. Bu yüzden Sadık, evi boşaltarak, babasıyla konuşmak istemektedir. Bunun pek de sakin bir konuşma olmayacağını bilmektedir çünki. Ama yıllar iki kişiye de olgunluk getirmiştir. Sadık'ın Deniz'i orda bırakmak istemesini, önceleri onu terk edişi diye düşünse de, sonradan Sadık'ın yere yıkılması, ölüyor olması, her sorunu unutturur. Büyük kinleri de büyük felaketler düzeltecektir. Hüseyin Ağa'nın aileye anlattıkları kolay şeyler değildir, aslına bakılırsa kendi bile anlattıklarına inanamaz, aralarındaki, eksik ilişkinin böyle bir trajedi ile düzelmesi, tam bir melodramik anlatımdır. Hüseyin Ağa'da kendi gibi olan diğer insanlar gibi ne sevgisini ne de üzüntüsünü kolay kolay anlatabilen bir adam değildir. İçinde fırtınalar kopsa da içinde kalır, ama artık o da fark etmiştirki sevgi gösterdiği zaman büyür, Bunu fark eden sadece babası değildir, Onun geride bırakarak üzdüğü, eski sevgilisi Birgül'de bunu fark etmiş, çocukluk anılarını sahiplenmek adına onunla konuşmuştur. Çok da samimi bir konuşma olmasada neticede Birgül evli bir kadın ve orası da küçük bir kasabadır, ölmek üzere olan bir insan ile son diyalogların doğuracağı sonuçlar bu temeli değiştirmemektedir.
Kimi zaman geriye dönmek, hatalarımızla yüzleşmek isteriz, hele de yüzleşeceğimiz insanlar hayatta olmadığında. Hüseyin Efendi'nin ceneze sonrasında üstünü yırtması ve geçmişle hesaplaşmak istemesi, köyün bilge kadını olan Gülbeyaz Hanım'ın sayesinde düzene girer. Sinir kirizi geçiren insana geçmişle hesaplaşma şansı vererek, geçmişe dönüldüğünde de hiç birşeyin, yazgının ötesine geçemeyeceğini bize bir kez daha gösterir şu diyalogla;
“Görüyon mu hüseyin efendi, gitçem diyen adamın önünde dağ olsa durmaz.”
Sadık yoktur artık, bu yokluk yalnız ötekiler içindir, Deniz babasını tüm babalarını kaybeden çocuklar gibi hatırlamak istediği gibi hatırlar. Onunla olan kavgaları, onunla olan çatışmalarını, fikir ayrılıklarını hatırlamaz. Lakin, bir babanın yokluğunu bir çocuğa nasıl anlatırsınız. Hüseyin Efendi, Deniz'e babasını, babasının çocukluğunu gösterir. İşte Sadık'ın yokluğunda Hüseyin Efendi'de bunlarla kendini avutmuştur, şimdi sıra Deniz'dedir. Filmin başarısı salt bir melodramdan ve güzel müziklerinden de kaynaklanmaz, birbirinin dilini konuşamayan ülkelerde kuşak çatışması da o kadar hızlı olur. Dünya'da üç kuşak da bir birbirini anlamayan insanlar olmasına karşın, bizde nerdeyse baba ile oğul, anne ile kız birbirinin dilini konuşamaktadır. Hal böyle olunca da birinin siyah dediğine ötekinin beyaz demesi durumları yüzünden birbirni anlayamayan aileler meydana gelir. Olgunlaşan bireyler de aileleriye olan kötü ilişkilerinin ne kadar anlamsız olduğunun farkına varmaları, filmdeki karakterle kendilerini özleştirecek kişlerin sayısının fazla oluşu filme büyük bir ilgi uyandırır.
Sinema bizi hatırlamak istediklerimizle, hatırlamak istediğimiz gibi karşılaştırır. Deniz de babasıyla ancak sinema vasıtasıyla iletişim kurabildi, belki biraz hayal biraz gerçekti. Deniz ve daha bir çoğu hayallerini yaşatacak bir zaman makinesi bulmuştu artık.
İyi izlenceler...
Murad Çobanoğlu
Babam Süleyman Çobanoğlu'na...
BABAM VE OĞLUM
“Babam Oğlum ve Torunum”
Yönetmen- Senaryo: Çağan Irmak,
Yapımcı: Şükrü Avşar
Görüntü: Selahattin Sancaklı,
Müzik: Evanthia Reboutsika
Oyuncular: Çetin Tekindor (Hüseyin Efendi) Fikret Kuşkan (Sadık), Hümeyra (Nuran), Şerif Sezer (Gülbeyaz Hanım), Binnur Kaya (Hanife), Yetkin Dikinciler (Salim)
Yapım Yılı: 2005
Süre: 108dk
Sevgili dostlar, Çağan Irmak filmlerini incelemeye, onun ikinci aslında üçüncü filmi olan “Babam ve Oğlum” ile devam ediyoruz. Bilenler bilirler, eskiden, bizdeki “umutsuz ev kadınları” çoluğunu çoçuğunu toplar sinemaya koşardı, bu sinemalar da genellikle açık hava sinemaları olurdu. Orda bir güzel ağlanır, dertsiz tasasız eve dönülürdü, ağlama nedenleri de genelde filmdeki gencin parası olmaması ve istediği kızı alamasıydı ya da kız kör olurdu. Kıza ya da çocuğa yapılacak tüm kötülükler koro halinde sinemadan gizli gizli fısıfdanır, çoktan “Çiçek Barda”, demlenen oyuncu, yönetmen, yapımcılara duyurulmaya çalışılırdı. Tabii sesini duyurabilene, bu melodramik izlencelerde, resmen bir “katarsis” yaşanır ve evdeki çalışmayan buzdolabı, ya da eşinin onu farketmezliği kısa bir süre de olsa unutulurdu.
İşte tam bu melodramik filmler unutulmuşken, Çağan Irmak, Mustafa Hakkında Herşey'den sonra, çok farklı bir anlatımla bir Ege Kasabasından çıkmış, okumak için büyük şehire gitmiş, feodal zihniyetin tam da kökünde büyümüşken, hak ve hürriyeti savunmuş, 12 Eylül 1980'i görmüş ve her gören “hak ve hürriyet savunucusu” gibi kendisini içerde bulmuş, ince hastalığa yakalanmış, Karısını tam da darbe olduğu sırada, çocuğunu doğurduğunda kaybetmiş, tek hazinesi bilmiş oğlu olan bir adamın hayatını, Babasını ve oğlunu anlatır...
Film, inanılmaz bir jenerik antatımıyla başlar, biz Sadık'ın tüm yaşanmışlıklarını ve yaşlanmışlıklarını jeneriğin soslandırdığı bu “kısa filmde” izleriz. Öyle ki Sadık “Komitenin” ifadesini aldığı diğer insanlar gibi, uzun bir müddet evine dönememiş, ve her “ifadesine başvurulan insan gibi”, çocuğunu neredeyse iki üç yaşlarına kadar da görememiştir.
Beni şaşırtan diğer bir konu da, Mustafa Hakkında Herşey'deki, Mustafa ile, Babam ve Oğlum'daki Sadık'ın benzerlikleridir. Adeta Mustafa'nın ağabeyinin durumu çok kritik olmasaydı ve O ağabeyini ölüdürmeseydi, babaları evden kaçmasaydı, Mustafa bir “üst sınıfa atlamak” yerine, sınıfları ortadan kaldıracak bir düşünce grubunun içine girseydi Sadık'ın yaşadıklarını yaşardı dedirtir iki filmi peş peşe izleylere. Ama ne Sadık'ın hayatı ne de Mustafa'nın hayatı yolunda gitmemektedir ne yazıkki. Sadık babasına karşı gelip, ziraat okuyarak “modern toprak ağalığı” yapacağına, ağalık düzenini ordadan kaldıran kaldırmak isteyen, bunun için çabalayan, sisteme bir “çark” daha ileve etmeye çalışmıştı. Tabii gözden kaçırdığı bir şey de “feodal sistem” olarak algıladığı bu rejmin “kitaplarda” gösterilen, sermaye tanımına uymadığıydı.
Hep sorulan bir soru, olan “12 Eylül sahnesi” bu filme ne katmıştıya gelirsek, 12 Eylül bir çoklarının, teenage gençliğinin hayatında; sadece eylül ayının 12'sini ifade etsede bizim hayatımızda, ülkenin duruşunun, demokrasi saatinin geri işleyişinin, kütüphanelerce dolusu kitabın içeriğinin ne olduğu önemli olmadan yakıldığı ve Nazım'la, Melih Cevdet'le, Oktay Rifat'la, Sabahattin Ali'le ve daha birçoğuyla ısınılan günler akla gelir, doğan her çocuğa Deniz ismi verilirdi o yıllarda bazılarınca...
Televizyonların henüz tek kanallı olduğu, açılması için önünde saatlerce beklediğiniz, o açılışta da ya Vivaldi'nin çalındığı, yahut “Bach'ın Sonatları”nın göründüğü... ve klasik müzik ve birçok şey ruhumuza işlerdi günler akla gelirdi.
Barış'ın daha ilk sahnede Televizyonun önünden geçmesi ve içerden “daha açılmadı, kurdalama” sesiyle irkilmesi işte bu nedenledir. Barış, televizyon olmadığından da “kendisini kitaplarına, kitaplarındaki, masal kahramanlarına” teslim eder. Çocuğun Alice Harikalar dünyasında kalan ruhunu ve diğer masallarda kalmış çocukluğunu “Fatma Anne” fark etmez ve bize çok önemli bir ipucu verir, “hangi Aliş, senin gözünün üstüne şişeyle vuran Aliş mi?” Sadık'ın oğlu “Deniz” ne yazıkki kitap okumadaki başarısını “sosyal ilişkilerde” gösterememiş, hiç arkadaşı olmayan ruhu kitapların dünyasında hapis kalan bir çocuk olduğunu bize fısıldamıştır.
Babası ise; onu görmediği yılların hatrına çocuğunun kitaplarda kalmasına ses çıkarmaz. Fatma Anne, o kadar onlardandır ki, Deniz'in anneannesinin dedikodusunu yapmayı da ihmal etmez, anlaşılan, eşinin ailesi, kendisi gibi, kendisin ailesi gibi değildir, tıpkı Mustafa'nın eşi gibi Sadık'la aynı sınıftan değildir, Sadık, içeri girdiğinde Deniz'in “yine seksenli yıllar icadı olan çekyat”da uyuduğunu görür. Belli ki, Fatma Anne ya da “Fatma Abla” ile Sadık daha önceden konuşmuş, eğer tahlil sonuçları müspet çıkmazsa buralardan gideceğini söylemişti. Fatma hanım “nayif dokusu” içinde ne bu gidişi kabul eder, ne de ona para verilmesini. O onlardan biri olmuştur artık çünki.
Artık trendedirler, polislerin Deniz için ayrı babası için ayrı ayrı anıları vardır. Kısa bir konuşmadan sonra Sadık'ın doğup büyüdü kasabaya doğru yola koyularlar. Sadık ve Deniz, Deniz'in karşılaşabileceklerini önceden konuşurlar iki yetişkin gibi. Deniz'in masal dünyası kendisine hiç bitmeyen bir çeşme bulmuştur artık. Babasının onları karşılamasından pek de hoşnut olmayan Sadık, gençlik günlerindeki gibi; baba ocağını terk etmek ister, o zamanlar onu annesi durduramıştır ama bu kez oğlunun “baba nereye gidiyorsun” sözü onu durdurmaya yetmiştir. Ortaçağda, katolik kilise tarafından bir kural uygulanırdı. Savaşa giden askerler “evlendirmezdi” çünki evi barkı olan insanlar, geride bıraktıklarını düşünür ve adımlarını ona göre atarlardı. Sent Valentine'in bu yasağa rağmen askerleri evlendirmeleri işte bu yüzdendir. “anarşik” olabilmek için hiçbir bağınızın olmaması gerekir. Devletler, sonraları bunu bir politika olarak görmüş, ve insanlar asi olmasın diye onları bilerek evlendirmişlerdir. Böylelikle eşleri onları daha çok bulundukları sisteme bağlanmalarını sağlamıştır.
Hüseyin Ağa'nın diğer oğlu ise tam da onun istediği gibi, yöreden bir “el değmemiş” kız almış, güzel bir düğün yapmış, bir kız bir oğlu olmuş ve oğlan olanın adını “Hüseyin” koymuş, tam bir örnek evlattır. Örnek evladın çocukları da örnek torunları ollmuştur.
Maaile toplanmış, Sadık'ın yuvaya dönüşünü kutlamaktadırlar, lakin ufak hesaplar da su üstüne çıkmıştır. Çit çubuk sorunlarının yanında Sadık'ın sorunları çok da hafif sayılmaz, Sadık bir an önce hesaplaşmak gerektiğini bilir. Babasının onunla kuramadığı diyaloglara karşın o oğluyla müthiş bir ilişki kurmuştur. Ama bu kendisinin olmayacağı günleri aklına getirdiğinde o kadar da iyi bir fikir gelmez.
Büyük kinleri, büyük sevgiler yılar. Dede ile torunun ikinci karşılaşması böylelikle başlar. Lakin bu defa ilk karşılaşmadaki Hüseyin Efendi, gitmiş, yerine Deniz'in Dedesi gelmiştir. Bu sayede Sadık'ın kaygıları biraz olsun azalmıştır. Belki biraz zorlama ve benim hayal gücümün bir paranoyası olabilir ama Gülbeyaz Teyzenin eşek üstünde ilk ziyareti, ve daha sonra da tahtıyla yani sandalyesiyle, bahçeye gelmesi bana hep “Jerushalem'i ziyaret eden Bizans İmparatoriçesi Helana”yı çağrıştırmıştır. Neticede ben de “12 Eylül” olduğunda ben sekiz aylıktım...
Eski dostlarla da hesaplaşmak gerekir, eski dostların da onunla. Amaç her zaman kapılar açmak değildir, kapılar kapatmak olur onca süse rağmen. Birgül'de sorgusuz sualsiz terk edilişinin intikamını böyle alır Sadık'dan.
Hesaplaşmak bazen çok kolaydır, gider anlatmak istediklerinizi, anlatmak istediğinize anlatırsınız. Lakin hesaplaşacağınız kişi burda olmazsa, hesaplaşmak da zor olur. Bu yüzden Sadık, evi boşaltarak, babasıyla konuşmak istemektedir. Bunun pek de sakin bir konuşma olmayacağını bilmektedir çünki. Ama yıllar iki kişiye de olgunluk getirmiştir. Sadık'ın Deniz'i orda bırakmak istemesini, önceleri onu terk edişi diye düşünse de, sonradan Sadık'ın yere yıkılması, ölüyor olması, her sorunu unutturur. Büyük kinleri de büyük felaketler düzeltecektir. Hüseyin Ağa'nın aileye anlattıkları kolay şeyler değildir, aslına bakılırsa kendi bile anlattıklarına inanamaz, aralarındaki, eksik ilişkinin böyle bir trajedi ile düzelmesi, tam bir melodramik anlatımdır. Hüseyin Ağa'da kendi gibi olan diğer insanlar gibi ne sevgisini ne de üzüntüsünü kolay kolay anlatabilen bir adam değildir. İçinde fırtınalar kopsa da içinde kalır, ama artık o da fark etmiştirki sevgi gösterdiği zaman büyür, Bunu fark eden sadece babası değildir, Onun geride bırakarak üzdüğü, eski sevgilisi Birgül'de bunu fark etmiş, çocukluk anılarını sahiplenmek adına onunla konuşmuştur. Çok da samimi bir konuşma olmasada neticede Birgül evli bir kadın ve orası da küçük bir kasabadır, ölmek üzere olan bir insan ile son diyalogların doğuracağı sonuçlar bu temeli değiştirmemektedir.
Kimi zaman geriye dönmek, hatalarımızla yüzleşmek isteriz, hele de yüzleşeceğimiz insanlar hayatta olmadığında. Hüseyin Efendi'nin ceneze sonrasında üstünü yırtması ve geçmişle hesaplaşmak istemesi, köyün bilge kadını olan Gülbeyaz Hanım'ın sayesinde düzene girer. Sinir kirizi geçiren insana geçmişle hesaplaşma şansı vererek, geçmişe dönüldüğünde de hiç birşeyin, yazgının ötesine geçemeyeceğini bize bir kez daha gösterir şu diyalogla;
“Görüyon mu hüseyin efendi, gitçem diyen adamın önünde dağ olsa durmaz.”
Sadık yoktur artık, bu yokluk yalnız ötekiler içindir, Deniz babasını tüm babalarını kaybeden çocuklar gibi hatırlamak istediği gibi hatırlar. Onunla olan kavgaları, onunla olan çatışmalarını, fikir ayrılıklarını hatırlamaz. Lakin, bir babanın yokluğunu bir çocuğa nasıl anlatırsınız. Hüseyin Efendi, Deniz'e babasını, babasının çocukluğunu gösterir. İşte Sadık'ın yokluğunda Hüseyin Efendi'de bunlarla kendini avutmuştur, şimdi sıra Deniz'dedir. Filmin başarısı salt bir melodramdan ve güzel müziklerinden de kaynaklanmaz, birbirinin dilini konuşamayan ülkelerde kuşak çatışması da o kadar hızlı olur. Dünya'da üç kuşak da bir birbirini anlamayan insanlar olmasına karşın, bizde nerdeyse baba ile oğul, anne ile kız birbirinin dilini konuşamaktadır. Hal böyle olunca da birinin siyah dediğine ötekinin beyaz demesi durumları yüzünden birbirni anlayamayan aileler meydana gelir. Olgunlaşan bireyler de aileleriye olan kötü ilişkilerinin ne kadar anlamsız olduğunun farkına varmaları, filmdeki karakterle kendilerini özleştirecek kişlerin sayısının fazla oluşu filme büyük bir ilgi uyandırır.
Sinema bizi hatırlamak istediklerimizle, hatırlamak istediğimiz gibi karşılaştırır. Deniz de babasıyla ancak sinema vasıtasıyla iletişim kurabildi, belki biraz hayal biraz gerçekti. Deniz ve daha bir çoğu hayallerini yaşatacak bir zaman makinesi bulmuştu artık.
İyi izlenceler...
Murad Çobanoğlu
Babam Süleyman Çobanoğlu'na...